26 Ağustos 2012 Pazar

Düşsel Sayıklamalar





Düşsel Sayıklamalar

OLMAMIŞLIK ÜSTÜNE YANILSAMALAR BİLDİRİSİ

madde 1 /

Bir birey , olmamışlığını kendi seçmeli , en azından kendi seçemiyorsa bile
bunu denemeli, deneyemiyorsa eksikliğinden doğmalı eksilen ruhu.
Kenidini ilk başta olmamış hissetmeli. Kendine o zaman bütünleme
gereksinimi duymalı .

madde 2 /

Bir birey, hangi nedenden ddolayı kendini eksik duyumsar? Doğarken
eksildiğini bilmediği için kendini yetişkin olduğunda tastamam
duyumsayabilir; çünkü ilk başta aklı kendini tastamam duyumsar, bir bütün
olarak ele alır varlığını. Ancak bu durum -doğaldır ki- tabula rasa*
felsefesine taban tabana zıttır . O yüzden bir birey ya da her birey, kendini
vicdanının adliye koridoruna taşımalı. Orada karşılaştırmalı eksikliğini .

madde 3 /

Zaman içinde bütün taşlar yerine oturmalı, birey başladığı her legoyu
bitirmeli . En azından bitirmek için uğraş vermeli. Son nefesine dek en
gerçeği bulmak için uğraşmalı. Farklı farklı yollar seçmeli, bilmediği
limanlara vurmalı kendini. Ancak o zaman tek gerçek için geriye yalnızca
tek bir gerçek yol kalacaktır bireye. Kendine gitmek için kullanacağı, belki
de kilometrelerce mesafe katedeceği tek gerçek gerçek yol .

madde 4 /

Hal böyle olunca engellerin, setlerin çoğalma evresi başlayacaktır . Kimi
zaman bireye nefes almak bile aykırı bir şeymiş gibi gelecektir . Bireylerin
kendilerinden sürekli sıkılmalarının birinci tekel nedeninin bu olduğu
kanısına vardım. Bu durumun açıklığa kavuşması için deneyimlerimden
yola çıktığımı belirtmeliyim .

madde 5 /

Acı çekmek için cinsiyete ya da türe gereksinim yoktur. Herkes ya da her
canlı kendine kotarır acıyı, bazen olduğu gibi sevilir, bazen nefret edilir acı.
Yeryüzünde nefes alan ve nefsine karşılık, metabolizmasına yenik her canlı
form, yaşamının belli başlı dönemlerinde acıya tabi tutulmuştur. Hatta bu
konuyu nesnel olarak irdelemem gerekirse, dünya bile kendi eksikliğinden,
kendi olmamışlığından, kendi acısından doğmuştur. Kendi yanılsamasına
her zaman öz kardeşiymiş gibi davranmıştır.

madde 6 /

Evrende bir bütün olarak ele alınan her nesne aslında yüzbinlerce (belki de
sayısız) küçük parçacıklardan oluşmuştur. Bilim bunu kanıtlamıştır zaten.
Birey örneğin; nefes alabilmesi için sırf, milyonlarca kendine benzeyen
parçacıklardan oluşmuştur. Olmamışlıkta bütün olamamanın özünde doğar
bu nedenle.

madde 7 /

Bu bildirinin yazılma nedeni apaçık ortada. Öznel ya da nesnel, objektif ya
da subjektif; sonuçta bir nedeni var. Olmamışlığı anlamaya çalışmak ve
üstüne gitmek ısrarcı. Bütünlemeye çalışma uğraşı ritüel olarak.

madde 8 /




İşbu maddelediğim düşüncelerin bütünü olmamışlık üstüne yanılsamalar
bildirisidir.


Emre Gürkan Kanmaz


Fotoğraf : Marianna Di Ferdinando

2007 / İstanbul

Şair Çıkmazı Dergisi Sayı 29 / Temmuz 2012

* Boş levha felsefesi.

Seni seviyorum Qil !





Bir sanatçı neye benzer, işte ilk önce bu sorunun yanıtını bulacağız …

Bulacağız diyorum, çünkü bildiğim kadarıyla benden başka birçok kişi bu sorunun peşinde, belki abartırsak o bilindik, klişe sorunun da cevabını bulabiliriz : Sanat sanat için midir yoksa toplum için midir ? …

Saramago’ nun Körlük isimli romanında ya da o romanın Fernando Meirelles imzalı pek fena durmayan sinema uyarlamasında görünen karakterler gibi burnumuzun ucunu dahil göremeyecek halde değiliz çok şükür, şükür diyorum ve de gerektiği zaman şükredebilen insanlardan biri olduğuma kuşku duymuyorum. Bana vakit ayıracaksanız akabinde şu malum konuyu irdelemeye başlıyorum. Bu kadar giriş kısmı yeterli kanımca.

Diyelim ki bir sanatçı kendinin her yönüyle bir sanatçı olduğunu dış görünüşü ile karşısındaki insana ya da bir kitleye ( umulmaz ya, sadece kendi kitlesine ) hissettiriyor olsun. Hatta abartalım, bir sanatçının dış görünüşü fiyakalı olmadan sanatçı kimliği anlaşılamıyor. E o zaman tanrının her seferinde yenip duran hakkı hakkında neler söyleyebiliriz ? Başlıklar altında irdeleyebilir miyiz ? Bildiğiniz üzere tanrının şu ana kadar kaydı tutulmuş herhangi bir dış görünüşü yok.

Başlıklar :

A başlığı : Tanrı, her ne kadar ona inanmayı reddeden sayısız insanın gözünde bir hiçse de bir sanatçı olduğu su götürmez bir gerçektir.

B başlığı : Yine aynı tanrı kötü ününe karşın tarih ve sanat sahnesinde adı en çok anılan şahıs olmuştur.

C başlığı : Evet sanatçıdır, evet üreticidir, evet evren ustalık eseridir. Tabi Stephen Hawking’ e göre Darwin ve kendisinden başka bu kanıyı çürütmeye kimse onlar kadar vakit ayırmıyordur.

D başlığı : Ben tanrıyı göremiyor olsam da nasıl bir sanat eseri olduğumu bildiğimden kendimle övünüyorum efendim. Üstelik kedilerle birlikte !


Vs.vs.vs….

Ne diyorduk ? Ha, tamam, sanatçı ve onun imajı hakkında konuşuyorduk …




Bir sanatçı, kendinden başka her şeye benzeyebilir, bir taşa, bir kediye, bir kara deliğe. Yalnızlığın külhanbeyi narasına benzediği de görülmüştür bir keresinde. ( bazen düşünüyorum da, böyle vaaz verir gibi yazarken çok mu anlaşılmaz oluyorum ? )


Benim sanatçı anlayışıma, belirlemiş olduğum olası sanatçı profiline göre her şey mümkün şu hayatta. Adı bile önemli değil sanatçı olanın. Sadece varlığı ve ürettiği eserler değer kazanır izleğimde. Hiç unutmam bir yaz akşamı eski oturduğumuz evde televizyon izleyesim gelmişti ( ki ben öyle sık sık televizyon izleyen embesil potansiyeli taşıyan şahıslardan değilimdir. ) Birkaç zap olayından sonra karşıma Zeynep Değirmencioğlu’ nun gerçekten inanarak başrol oynadığı bir film çıktı. Hani şu ülkemizin nadide yeşilçamının yine pek nadide müzikal- komedi türünden, filmografisinin sanıyorum en bilinen filmi. Final şarkısı da hala ısrarla çoğumuzun hatırındadır :

“ Hayat sevince güzel, sevince tatlı günler
  Bir kuşu, kelebeği, bir taşı sevin yeter … “

İşte o an anladım diyebilirim sanatın ve sanatçının ne olduğunu…


Oysa günümüzde sanat ve sanatçı kavramları kabul edilemez ölçüde mutasyona uğramış durumda. Tıpkı önceki örneğimizde bahsetmiş olduğum tanrı olgusu gibi.
Dünya bir yana en kabul edilemez olanı ise bu mutasyona uğrama olayı ülkemizde ne yazık ki ayyuka çıkmış durumdadır. İçinizde üzüleniniz, evet gerçekten kahrolanınız vardır, şiddetle inanırım. O heykelin boşuna varoldmadığı gibi boşuna yıkılması da cabası ayrıca …

Gariptir, velev ki gariptir sayın okuyucalar – okuyucular tabiri garip durmuyor değil mi ? - 
Sanırım benim sanat ve sanatçı algım normalden biraz farklı konumda. Tabi bu durum benim açımdan sorun teşkil etmiyor, biliyorum ki benim algı frekansımda olan hatta seviyemden çok çok üstün bir seviyeye sahip insanlar tanıyor ya da biliyorum. Kendimi yalnız hissettirmiyor bu durum. Onları da kendi zamanlarında yalnız hissettirmemişti tabi, Nazımları, Orhan Velileri, Küçük İskenderleri gibi gibi … Neden ille de şairlerden örenk verdim bilemeyeceğim. Şiire bir din gibi inanıyor olduğumdan kaynaklanıyor olabilir mi ? Sahiden bilemeyeceğim. Ama bildiğim bir şey varsa o da dünyayı ve insanlığı istediğimiz boyutta ve tutarlılıkta değiştirerek güzelleştirecek olan olgunun sadece ve sadece sanat olduğudur.

Her ne kadar bir kaygı güdüyormuşum gibi görünse de ben sanat ve sanatçı kavramları hakkında en öznel yanımla yorumda bulunma cesaretini gösterdiğim için pişman değilim, benden öncekiler de bu cesaretle içindekileri döktü, benden sonrakiler için de durum değişmeyecek. Birilerine bir şeyleri öğretme ya da fark ettirme çabası içinde hiç değilim. Sadece sanatın bazen yavan bir şeymiş gibi lanse edilmesi canımı sıkıyor. Mesela en bariz örnek olarak yine edebiyattan dem vurmak istiyorum. Malum soru da hazır şans gereği … Edebiyat sokaktaki insanın ne işine yarar ? Evet bu soru zaman zaman sorulur, zaman zaman cevaplanır, birçok soru gibi o da kült mertebesine ulaşmıştır çoktan. Cevaplayanlar hangi olguya başvurarak yorumladı ya da yorumlayacak bilemiyorum ama yazımı okuma zahmetine girdiyseniz sizleri sıkmadan naçizane bir şekilde bu soruyu ben de cevaplamak istiyorum. Edebiyat, sokaktaki insanın maalesef hiçbir işine yaramaz, yaramıyor. Nedeni de olağan, kabuledilebilir . İnsanlar, yani delisiyle, akıllısıyla biz beşeriler hayat gailesine düştüğümüzden sanatı lüks olarak algılıyoruz. Bu bağlamda da “olsa da olur olmasa da” mantalitesiyle yaklaştığımızdan sanat bizi günlük hayatta irrite etmiyor. Doğal olarak sanatın kız çocuğu edebiyatta öyle. Sokaktaki simitçi amcaya sorsak ne cevap alacağımızı biliyoruz Veya hayatını her gün ağ açarak kazanan balıkçı dayının birine sorsak ? Ama her ne hikmetse işlerine bir şekilde yaradığı da oluyor edebiyatın. Mesela “ bir elinde ayna / bir elinde cımbız / umurunda mı dünya” , “ yazık oldu Süleyman efendiye “ dizeleri gibi birçok dize günlük hayatta deyimmişçesine rahatlıkla kullanılabiliyor. Gülünç bir durum bu kanımca, gülünç olduğu kadar da sevimli. Demek ki yarayıp yaramayacağı bir yana edebiyat, sinema, resim, heykel, karikatür gibi pek çok sanat dalı hayatımızı şekillendirme de büyük rol sahibidir. Duygularımızı bir kanunmuş gibi denetleyen kanunsuz bir şey demek ki sanat. Ben belki de bu yüzden kafamda yaratmış olduğum sevimli meleğimi bu kadar çok seviyorum, bu yüzden içimden atamıyorum sanat denen zehri, ömrümün kısa oluşuna aldırmamak hoşuma gidiyor, sanatla ve aşkla benim gibi yaşayanların olduğunu bilmek te tarifsiz bir mutluluk ayrıca…

Seni seviyorum Qil !




Emre Gürkan Kanmaz
Psychedelic illustration : Tanakun Jonglertlum

28 mart 2012 İstanbul


Askere gidiyordum ya da nereye gidiyordum ya da bir garip arazöz çözümlemesi



             İnsan her zaman bir yere gitmek için hazır olamıyor maalesef, kalmak için de durum aynı, yaşamak için de. Ama gitmesi gereken zamanlarda da elden bir şey gelmeyişin üzerine körkütük sahoş olmayı istemek kadar da doğal bir şey yoktur sanırım. Benim için de öyle oldu bittabi. İki yıl önce, ikibin on yılının şubat ayının yirmi ikinci gününde gitmek ile kalmak arasında bir seçim yapmam gerekti. Çok zor muydu, evet çok zordu, ölümcül müydü, tarifi mümkün değildi. Doğumumdan itibaren bir defanın dışında ( okul münasebetinden ) asla terk etmediğim güzel şehrim İstanbul’ umu terk edecek olmanın çöl bitkisi soğukluğuyla duş almıştım otobüse binmeden az vakit önce. Üşüyordum, anasını satayım soslu bir öfkeydi bu durum, dübüründen elalem araklayayım hissiyatıydı.Şiiri bir daha hatırlayamayacak olmak korkusuydu ya da. Hani, sevgiliden ayrılsak belki bu kadar koymazdı. Ama koydu, tam on ikiden. Daha asker olmadan vurulmuştum.

              Silüsümde acemi birliğimin İzmir’ de olduğu yazıyordu. Bir nebze olsun rahatlatıcı bir durumdu. Sonuçta doğuda yapmayacaktım. Ama askerdim neticede, evimin arka sokağında da yapsam askerlik askerlikti ya bir kere, ayar olmuştum .Üstelik jandarmaydım.
               
               Yaklaşık üç ayımı geçirdiğim İzmir maceramı sonlandırıp usta birliğime katılacağım zaman gelmişti. Bu kez ülkemin göbeği olan Konya yolunu tutacaktım. Yine şansım yaver gitmişti, çünkü Konya da tıpkı İzmir gibi güvenilir bir yerdi nazarımda. Acemilik iznimin bittiği gece saat on sularında şu an ismini veremeyeceğim bir tur şirketine ait olan deluxe model otobüsle Konya yoluna koyulmuştum. Akrabalarımdan ( içlerinde en çok amcalarımdan ) tırtıkladığım ( yaklaşık olarak bir kişinin asgari şekilde 3 ay geçinmesini sağlayacak miktar ) para sayesinde kendime geldiğimi söyleyebilirim. En azından bardağın dolu tarafından bakıyordum olaya. Konya’ nın Tavşançalı kasabasına ( Aslında Ankara’ nın Kulu ilçesine bağlı ya da çok yakındı tam hatırlayamadım şimdi ) gidebilmem için Ankara güzergahını takip etmememiz icap ediyordu. Ben de diğerleri gibi öyle yapmıştım. Aşti terminaline gelmeden aniden otobüsümüzün arıza yapması her şeyin gözlerimde kararmasına neden olmuştu. Annemlere söylemedim, aslında yapmalıydım bunu. Hayatımın bana yaptığı gibi cılkını çıkartırcasına yapmalıydım bunu. Yolda aç bilaç, evsiz barksız kaldığımı, üşüdüğümü yorulduğumu hatta abartıp veletler gibi zırladığımı filan söylemeliydim.

               Neyse ki otobüsümüzün arızalandığı yer sapa bir yer değildi. Beşer aleminden yaşam formlarının manzarayı doldurduğu bir yerdi. Bir kahvehane, bir sağlık ocağı ve biraz ilerde bir benzinlik vardı. Sanırım bir köyün girişinde ya da içindeydik. Karnım acıkmaya başladığından bavulumu alıp benzinliğe yol aldım. Amacım hem biraz zıkkımlanmak hem de kafamı dağıtacak bir şeylerle oyalanmaktı. Benzinliğin içinde yarı market yarı kafe olan bir dükkan vardı. İçeri girince ilk dikkatimi çeken iki raf dolusu kitap olmuştu. Anlaşılan kafe hizmeti veren bu yer aynı zamanda kültür sanat aktivitelerinden geri durmuyordu. İliştiğim köşeden bir fincan kahve, yanına süs mahiyetinde yakışacak her ne varsa ve de bir adet küllük istedim. Eleman bir süreliğine garip baktığında durumu anlamıştım. Şu kapalı alanlarda sigara içme yasağı geyiğinden bıkmıştım artık. Siparişim gelene kadar kitaplara göz gezdirmeye karar vermiştim. Tanımadığım ne de çok yazar vardı. Yer altı edebiyatıyla fazla haşır neşir olmaktan doğru dürüst kelam eden güzide yazarlarımızı es geçmiştim ne zamandır. “Bizim büyük çaresizliğimiz” isimli bir kitaba ilişti gözlerim. İsmi çok hoştu, alabildiğine cazibeli görünen bu kitabı hemen alıp okumaya başladım. Barış Bıçakçı isimli romancımızın bir kitabıydı.

                  Ne kadar süre geçmişti bilinmez, kitabın sonuna gelince katiyen mümkünatı olmayan bir yorgunluk ve hüzün çökmüştü üstüme. Kitabı beğenmediğimden filan değil, aksine özümseyerek okumuş olduğumdan kaynaklıydı üstümdeki şey. Dışarı çıkıp ivedilikle yaktığım sigaradan hiç keyif almamıştım. Az öteme baktığımda hayatımın roveşatasıyla karşılaşmıştım. O hala ismini veremeyeceğim tur şirketinin deluxe model otobüsü arazi olmuş, yerine de hiçsizlik bırakmıştı. Sigaramı mı küfrümü mü yuttum hatırlamıyorum ama beynimin zonkladığını çok net hatırlıyorum. Ulan zaten kaderimin contasını kaybedeli bir ömür geçmişken bir de üstüne bu zırvalıkları yaşamam çileden çıkmama yeterdi rahatlıkla. Sonra bir gece burada kalabilirim diye düşündüm, zaten başka bir seçeneğin olmadığı gibi birliğime de geç katılmanın cezasını bir gün gecikmeli terhis olmakla ödeyecektim. Bu bağlamda içim fazlasıyla rahatlamıştı. Yalnız hesapta olmayan bir durumla nasıl başa çıkacağımı bilmiyordum.

                  Ankara’ yı sadece bilmem gereken ölçüde biliyordum. Yani başkentimizdir Ankara, yani resmi bir şehirdir. Bakanların, önemli adamların yaşadığı şehirdir. Bir de kışın dondurucu soğuk meselesi var. Sadece bunları bilmem yetmişti bu güne kadar, evet bu güne kadar. Şimdiyse eksik bilgilerle tanıdığım şehrin kollarındaydım.

                  Tıpkı İstanbul gibi Ankara’nın da şehir içi ulaşım ağı gelişmiş olduğundan, biraz da gergin oluşumdan kaynaklı uyumama isteğimin vermiş olduğu gazla şehri turlamak istedim. Vasıtadan vasıtaya mekik dokuyup sanırım büyük bir bölümünü gezmiştim Ankara’ nın. Birçok alışveriş ve yaşam merkezleri de nasibini almıştı minik turumdan. İstanbul’daki gibiydi her şey. İstanbul’daki gibi olağan. İnsanın özgürce kendi ülkesinde dolaşması – yaşaması kadar mükemmel bir şey var mıdır ? Bunu düşünürken kendime üzüldüm. Daha önce bu şehre neden gelmediğimden. Ülkemin sadece İstanbul’ dan ibaret olduğu gibi saçma bir düşünceyle yıllar yılı yaşadığım için filan. Naçizane turumu bitirdikten sonra başka bir otobüsle Konya yoluna konuşlandığımda tam tamına yirmi dört saat geçmiş. Yani daha önce hiç bulunmadığım bir şehirde bir gün geçirmiştim. Otobüsle Konya sınırına girerken yüzümde ağlama altyapılı gülümsemeyle düşünce alemine daldığımı hatırlıyorum. Peki Konya’ da da buna yakın şeyler yaşayıp buna yakın şeyleri hissedersem ?

                  O an aslında mülkiyetsiz, dilsiz, dinsiz, kimsesiz biri olduğumu düşledim. Öyle olmalıydı insan, kisveler yaralayıcı şeylerdi çünkü. Kendi kendime vermiş olduğum bir günlük tatil - telkin sayesinde askerlik görevime tertemiz başlayacaktım. Korkuyordum ama korkağın biri de değildim çok şükür.

                 İşte Ankara’ da geçirdiğim o değişik bir günün üstünden tam iki yıl geçmiş. İki yıl, dile kolay. Askerliğimi neredeyse unuttum, bir daha sakat bir durum olmadıkça hatırlamak ta istemem açıkçası ancak Ankara’ yı unutmuş değilim. Aksine daha fazla hatırlamak, daha fazla şey öğrenmek istiyorum. Şu an en iyi anlaştığım silah arkadaşım, devrem Ankara’ da yaşıyor ama ben bin türlü şeyi bahane edip bir türlü salak gibi yanına gitmedim. Hayatım boyunca bir yalanın arkasına saklanabileceğim bir şeydir belki de bu durum . Bir daha başkentimize ne zaman yolum düşer bilemem. Ne yapayım, umarsızın biriyim ben. Bir gün herhangi bir romanda beni karakterize ederlerse kimsenin okumasını istemem. Çünkü aptalın birini kolay kolay kimse okumak istemez. Gerçi Bukowski de durum değişir, orası ayrı tabi : ) Şimdilik bu kadar, yazdıklarımı okuma zahmetine gireceklere şimdiden teşekkürler, hakkınızı helal edin. Çünkü zamanınızı çalacağım siz yazdıklarımı okurken …

             





Emre Gürkan Kanmaz
Psychedelic illustration :Kyungduk Kim 

23 – 24 Temmuz 2012 / İstanbul


Yavuz Çetin' e dair ...


          


            Ne zaman başlamıştı bu rüyayı yaşamak, hatırmalıyorum ama uzun yıllar önceydi diyebilirim. Sanırım doksanların sonu, milenyum çağının ilk yıllarıydı. Bir öğleden sonra arkadaşlarımla okuldan eve dönerken mide kazıntımızı gidermek için bir büfenin önünde söylediğimiz siparişleri beklemeye koyulmuş, konuşuyorduk. Konu müzikten açılmıştı, - gençlik işte , ya da saf anlamıyla ergenlik diyelim – her kafadan farklı müzik tarzlarıyla uğraşan müzisyen isimleri dökülüyordu. Ben o zamanlar müzikle şimdi olduğu kadar ilgili değildim. Arkadaşlardan biri Yavuz Çetin isminde bir gitarist olduğunu ve çok iyi müzik yaptığını söylemişti. O zamanlar ne internet ne de müzik piyasası ( korsanı da dahil ) bu denli gelişmiş değildi . Kafama takıldı, bu işin peşini bırakmak istememiş olacağım, bizim alt cadde de bir müzik market vardı, sordum soruşturdum sonunda Yavuz Çetin’in Satılık isimli albümünü getirttim dükkana. Sağolsun birkaç günlük araştırma sonucunda albümü temin edebilmişti dükkan sahibi. Bir meraktır albümü satın aldıktan hemen sonra koşar adımlarla evimin yolunu tuttuğumu hatırlıyorum. Ve sonra beklenen an gelmişti, müzik setime cd yi koyup ( o zamanlar bilgisayar piyasası da gelişmiş değildi  : ) ) ilk tınıya ilk melodik oyuna hazırdım. Cherokee isimli parçası dönerken kelimenin tam anlamıyla beynimden vurulmuşa dönmüştüm. Sonra sırasıyla bir film gibi kulağımdan geçip gitmeye başlamıştı şarkıları. Oyuncak dünya, Yaşamak İstemem, Bul beni, Her şey biter, Benimle uçmak ister misin ve diğerleri, tekrar tekrar, saatlerce …

           İşte böyle başlamıştı onun müziğine olan esaretim. Hayatımın neredeyse her anında müziğini duyar, hisseder olmuştum. Sinirlendiğimde, üzüldüğüm ya da sevindiğimde, aşık olduğumda ya da kullanıldığım zamanlarda hep onun müziği vardı belleğimde. Bir türlü vazgeçemiyordum giter sololarından, blues kokan sesinden, duruşundan …

           Üzerinden çok zaman geçtikten sonra, Satılık isimli albümü bana yetmemeye başladı. Teknolojinin ve internetin yardımıyla artık üstadı daha yakından araştırma ve tanıma fırsatı elde etmiştim. Biyografisinden çalışmış olduğu isimlere , ilk albümü ve grubu Blue Blues Band olarak sahne aldığı yerlerde çaldığı cover parçaların ses kalitesi bozuk kayıtlarına kadar bulabildiğim her veriye gözüm dönmüş bir şekilde kavuşmuş olmanın tarifsiz mutluluğunu ve hazzını yaşıyordum. Kimi insanlar gibi özel ve iş hayatımda istikrarı sağlayamamış olsam da albatros heybetiyle zihnimde sonsuza dek kiracı hayallerim ve türk blues müziğinin gelmiş geçmiş en iyi müzisyenin parlayan varlığı vardı artık. Mutluydum, hastalıklı bir mutluluktu bu ama mutluydum. Çocuklarıma hatta torunlarıma bırakabileceğim türden bir mutluluktu …

           



           Bazen diyorum, keşke böyle çekip gitmeseydin dertli gitar, her geçen gün bu spleen dünyada kahrolup çürüsende yaşamalıydın, inatla, müşkilpesat ... Daha çok hissedip daha çok müzik yapsaydın. Ödüller alsaydın hayatına sığdıramayacak kadar, aşkların olsaydı kalbini patlatacak kadar, oğlun Yavuzcan’ın büyüdüğünü, senin izinden gittiğini görebilseydin. Şiirimi senin müziğinle beslemeye devam etseydim. Oysa sana dair çok az şey var elimizde, her gün o azlıkla büyütüyoruz seni, iyi ki vardın …




Emre Gürkan Kanmaz


25 Ağustos 2012 Cumartesi

Anahtarların kaybolması denklemi üzerine

























Douglas coupland’ ın “Komadaki Sevgilim” isimli romanına güzelleme



Anahtarların kaybolması üzerine
Son kullanma tarihi epey geçmiş
Bir roman okudum


Şöyle bitmeliydi :


Muhtelif şahıslar / sanki hiç ne yapacakları tahmin edilemeyecek gibi
Rol keserlerken saçlarını on numara ağlatıp dünya ile sarhoş olma
İlüzyonunu nasıl becerdiklerini doğru düzgün anlatabilselerdi
Ve daha sonra 6709 gün komada kalan Karen’ in durumunu
Daha fazla içler acısı bir hale getirmeselerdi keşke


Dahaçooküzülseydimbenbigüzel



Karen uyanamadığında ise / beklenmiyormuş gibi



Nedeçokgülseydikkendimize



Emre Gürkan Kanmaz

12 Ağustos 2012 Pazar

Eksen


Bir şarkıyı yırtmak usul
Yamuk yapmak matematiğe ussuz
Eksenin kayması şiirde usanç


Ellerimi dünyayla yıkadığımdan
Ellerime kabuklar satın aldığımdan



Emre Gürkan Kanmaz
Fotoğraf :  Nigel Tomm






























 

Hızır' ın Ters Açısı


Her şey olsa olsa
Eksik bir şeydir

Her şey her şeyin
Ters açısıdır belki



Öyleyse ben de Hızır’ ın



Emre Gürkan Kanmaz
Fotoğraf : Andrzej Dragan



































5 Ağustos 2012 Pazar

Her Şeyin Ağırlığı Var / Peki Ya Hiçbir Şeyin

I

hiçliğin olasılığı çıldırtıcılığı
bir savaş meydanını dolduran
litrelerce kan gibi


yine aynı savaş meydanını
kitlelerce üşüten
savaş meydanını
düşündürten
yeniden


II


açlığımın orta yeri sinema
bir şiirde istanbul diye geçer
kuşlar da pantolon giyer


belki aynı şiirde
bulutlarca moda
kuşun kalbinin
iştahla ısırılan
yerinden


ağırlıksız bir şeyim var / olur ha hiçbir şeysem



Emre Gürkan Kanmaz
Fotoğraf : Aëla Labbé
Hayal Bilgisi Dergisi Sayı : 8 / 2012