26 Ağustos 2012 Pazar

Askere gidiyordum ya da nereye gidiyordum ya da bir garip arazöz çözümlemesi



             İnsan her zaman bir yere gitmek için hazır olamıyor maalesef, kalmak için de durum aynı, yaşamak için de. Ama gitmesi gereken zamanlarda da elden bir şey gelmeyişin üzerine körkütük sahoş olmayı istemek kadar da doğal bir şey yoktur sanırım. Benim için de öyle oldu bittabi. İki yıl önce, ikibin on yılının şubat ayının yirmi ikinci gününde gitmek ile kalmak arasında bir seçim yapmam gerekti. Çok zor muydu, evet çok zordu, ölümcül müydü, tarifi mümkün değildi. Doğumumdan itibaren bir defanın dışında ( okul münasebetinden ) asla terk etmediğim güzel şehrim İstanbul’ umu terk edecek olmanın çöl bitkisi soğukluğuyla duş almıştım otobüse binmeden az vakit önce. Üşüyordum, anasını satayım soslu bir öfkeydi bu durum, dübüründen elalem araklayayım hissiyatıydı.Şiiri bir daha hatırlayamayacak olmak korkusuydu ya da. Hani, sevgiliden ayrılsak belki bu kadar koymazdı. Ama koydu, tam on ikiden. Daha asker olmadan vurulmuştum.

              Silüsümde acemi birliğimin İzmir’ de olduğu yazıyordu. Bir nebze olsun rahatlatıcı bir durumdu. Sonuçta doğuda yapmayacaktım. Ama askerdim neticede, evimin arka sokağında da yapsam askerlik askerlikti ya bir kere, ayar olmuştum .Üstelik jandarmaydım.
               
               Yaklaşık üç ayımı geçirdiğim İzmir maceramı sonlandırıp usta birliğime katılacağım zaman gelmişti. Bu kez ülkemin göbeği olan Konya yolunu tutacaktım. Yine şansım yaver gitmişti, çünkü Konya da tıpkı İzmir gibi güvenilir bir yerdi nazarımda. Acemilik iznimin bittiği gece saat on sularında şu an ismini veremeyeceğim bir tur şirketine ait olan deluxe model otobüsle Konya yoluna koyulmuştum. Akrabalarımdan ( içlerinde en çok amcalarımdan ) tırtıkladığım ( yaklaşık olarak bir kişinin asgari şekilde 3 ay geçinmesini sağlayacak miktar ) para sayesinde kendime geldiğimi söyleyebilirim. En azından bardağın dolu tarafından bakıyordum olaya. Konya’ nın Tavşançalı kasabasına ( Aslında Ankara’ nın Kulu ilçesine bağlı ya da çok yakındı tam hatırlayamadım şimdi ) gidebilmem için Ankara güzergahını takip etmememiz icap ediyordu. Ben de diğerleri gibi öyle yapmıştım. Aşti terminaline gelmeden aniden otobüsümüzün arıza yapması her şeyin gözlerimde kararmasına neden olmuştu. Annemlere söylemedim, aslında yapmalıydım bunu. Hayatımın bana yaptığı gibi cılkını çıkartırcasına yapmalıydım bunu. Yolda aç bilaç, evsiz barksız kaldığımı, üşüdüğümü yorulduğumu hatta abartıp veletler gibi zırladığımı filan söylemeliydim.

               Neyse ki otobüsümüzün arızalandığı yer sapa bir yer değildi. Beşer aleminden yaşam formlarının manzarayı doldurduğu bir yerdi. Bir kahvehane, bir sağlık ocağı ve biraz ilerde bir benzinlik vardı. Sanırım bir köyün girişinde ya da içindeydik. Karnım acıkmaya başladığından bavulumu alıp benzinliğe yol aldım. Amacım hem biraz zıkkımlanmak hem de kafamı dağıtacak bir şeylerle oyalanmaktı. Benzinliğin içinde yarı market yarı kafe olan bir dükkan vardı. İçeri girince ilk dikkatimi çeken iki raf dolusu kitap olmuştu. Anlaşılan kafe hizmeti veren bu yer aynı zamanda kültür sanat aktivitelerinden geri durmuyordu. İliştiğim köşeden bir fincan kahve, yanına süs mahiyetinde yakışacak her ne varsa ve de bir adet küllük istedim. Eleman bir süreliğine garip baktığında durumu anlamıştım. Şu kapalı alanlarda sigara içme yasağı geyiğinden bıkmıştım artık. Siparişim gelene kadar kitaplara göz gezdirmeye karar vermiştim. Tanımadığım ne de çok yazar vardı. Yer altı edebiyatıyla fazla haşır neşir olmaktan doğru dürüst kelam eden güzide yazarlarımızı es geçmiştim ne zamandır. “Bizim büyük çaresizliğimiz” isimli bir kitaba ilişti gözlerim. İsmi çok hoştu, alabildiğine cazibeli görünen bu kitabı hemen alıp okumaya başladım. Barış Bıçakçı isimli romancımızın bir kitabıydı.

                  Ne kadar süre geçmişti bilinmez, kitabın sonuna gelince katiyen mümkünatı olmayan bir yorgunluk ve hüzün çökmüştü üstüme. Kitabı beğenmediğimden filan değil, aksine özümseyerek okumuş olduğumdan kaynaklıydı üstümdeki şey. Dışarı çıkıp ivedilikle yaktığım sigaradan hiç keyif almamıştım. Az öteme baktığımda hayatımın roveşatasıyla karşılaşmıştım. O hala ismini veremeyeceğim tur şirketinin deluxe model otobüsü arazi olmuş, yerine de hiçsizlik bırakmıştı. Sigaramı mı küfrümü mü yuttum hatırlamıyorum ama beynimin zonkladığını çok net hatırlıyorum. Ulan zaten kaderimin contasını kaybedeli bir ömür geçmişken bir de üstüne bu zırvalıkları yaşamam çileden çıkmama yeterdi rahatlıkla. Sonra bir gece burada kalabilirim diye düşündüm, zaten başka bir seçeneğin olmadığı gibi birliğime de geç katılmanın cezasını bir gün gecikmeli terhis olmakla ödeyecektim. Bu bağlamda içim fazlasıyla rahatlamıştı. Yalnız hesapta olmayan bir durumla nasıl başa çıkacağımı bilmiyordum.

                  Ankara’ yı sadece bilmem gereken ölçüde biliyordum. Yani başkentimizdir Ankara, yani resmi bir şehirdir. Bakanların, önemli adamların yaşadığı şehirdir. Bir de kışın dondurucu soğuk meselesi var. Sadece bunları bilmem yetmişti bu güne kadar, evet bu güne kadar. Şimdiyse eksik bilgilerle tanıdığım şehrin kollarındaydım.

                  Tıpkı İstanbul gibi Ankara’nın da şehir içi ulaşım ağı gelişmiş olduğundan, biraz da gergin oluşumdan kaynaklı uyumama isteğimin vermiş olduğu gazla şehri turlamak istedim. Vasıtadan vasıtaya mekik dokuyup sanırım büyük bir bölümünü gezmiştim Ankara’ nın. Birçok alışveriş ve yaşam merkezleri de nasibini almıştı minik turumdan. İstanbul’daki gibiydi her şey. İstanbul’daki gibi olağan. İnsanın özgürce kendi ülkesinde dolaşması – yaşaması kadar mükemmel bir şey var mıdır ? Bunu düşünürken kendime üzüldüm. Daha önce bu şehre neden gelmediğimden. Ülkemin sadece İstanbul’ dan ibaret olduğu gibi saçma bir düşünceyle yıllar yılı yaşadığım için filan. Naçizane turumu bitirdikten sonra başka bir otobüsle Konya yoluna konuşlandığımda tam tamına yirmi dört saat geçmiş. Yani daha önce hiç bulunmadığım bir şehirde bir gün geçirmiştim. Otobüsle Konya sınırına girerken yüzümde ağlama altyapılı gülümsemeyle düşünce alemine daldığımı hatırlıyorum. Peki Konya’ da da buna yakın şeyler yaşayıp buna yakın şeyleri hissedersem ?

                  O an aslında mülkiyetsiz, dilsiz, dinsiz, kimsesiz biri olduğumu düşledim. Öyle olmalıydı insan, kisveler yaralayıcı şeylerdi çünkü. Kendi kendime vermiş olduğum bir günlük tatil - telkin sayesinde askerlik görevime tertemiz başlayacaktım. Korkuyordum ama korkağın biri de değildim çok şükür.

                 İşte Ankara’ da geçirdiğim o değişik bir günün üstünden tam iki yıl geçmiş. İki yıl, dile kolay. Askerliğimi neredeyse unuttum, bir daha sakat bir durum olmadıkça hatırlamak ta istemem açıkçası ancak Ankara’ yı unutmuş değilim. Aksine daha fazla hatırlamak, daha fazla şey öğrenmek istiyorum. Şu an en iyi anlaştığım silah arkadaşım, devrem Ankara’ da yaşıyor ama ben bin türlü şeyi bahane edip bir türlü salak gibi yanına gitmedim. Hayatım boyunca bir yalanın arkasına saklanabileceğim bir şeydir belki de bu durum . Bir daha başkentimize ne zaman yolum düşer bilemem. Ne yapayım, umarsızın biriyim ben. Bir gün herhangi bir romanda beni karakterize ederlerse kimsenin okumasını istemem. Çünkü aptalın birini kolay kolay kimse okumak istemez. Gerçi Bukowski de durum değişir, orası ayrı tabi : ) Şimdilik bu kadar, yazdıklarımı okuma zahmetine gireceklere şimdiden teşekkürler, hakkınızı helal edin. Çünkü zamanınızı çalacağım siz yazdıklarımı okurken …

             





Emre Gürkan Kanmaz
Psychedelic illustration :Kyungduk Kim 

23 – 24 Temmuz 2012 / İstanbul


Hiç yorum yok: