İnsan her zaman bir yere gitmek
için hazır olamıyor maalesef, kalmak için de durum aynı, yaşamak için de. Ama
gitmesi gereken zamanlarda da elden bir şey gelmeyişin üzerine körkütük sahoş
olmayı istemek kadar da doğal bir şey yoktur sanırım. Benim için de öyle oldu
bittabi. İki yıl önce, ikibin on yılının şubat ayının yirmi ikinci gününde
gitmek ile kalmak arasında bir seçim yapmam gerekti. Çok zor muydu, evet çok
zordu, ölümcül müydü, tarifi mümkün değildi. Doğumumdan itibaren bir defanın
dışında ( okul münasebetinden ) asla terk etmediğim güzel şehrim İstanbul’ umu
terk edecek olmanın çöl bitkisi soğukluğuyla duş almıştım otobüse binmeden az
vakit önce. Üşüyordum, anasını satayım soslu bir öfkeydi bu durum, dübüründen
elalem araklayayım hissiyatıydı.Şiiri bir daha hatırlayamayacak olmak korkusuydu
ya da. Hani, sevgiliden ayrılsak belki bu kadar koymazdı. Ama koydu, tam on
ikiden. Daha asker olmadan vurulmuştum.
Silüsümde acemi birliğimin İzmir’
de olduğu yazıyordu. Bir nebze olsun rahatlatıcı bir durumdu. Sonuçta doğuda
yapmayacaktım. Ama askerdim neticede, evimin arka sokağında da yapsam askerlik
askerlikti ya bir kere, ayar olmuştum .Üstelik jandarmaydım.
Yaklaşık üç ayımı geçirdiğim
İzmir maceramı sonlandırıp usta birliğime katılacağım zaman gelmişti. Bu kez
ülkemin göbeği olan Konya yolunu tutacaktım. Yine şansım yaver gitmişti, çünkü
Konya da tıpkı İzmir gibi güvenilir bir yerdi nazarımda. Acemilik iznimin
bittiği gece saat on sularında şu an ismini veremeyeceğim bir tur şirketine ait
olan deluxe model otobüsle Konya yoluna koyulmuştum. Akrabalarımdan ( içlerinde
en çok amcalarımdan ) tırtıkladığım ( yaklaşık olarak bir kişinin asgari
şekilde 3 ay geçinmesini sağlayacak miktar ) para sayesinde kendime geldiğimi
söyleyebilirim. En azından bardağın dolu tarafından bakıyordum olaya. Konya’
nın Tavşançalı kasabasına ( Aslında Ankara’ nın Kulu ilçesine bağlı ya da çok
yakındı tam hatırlayamadım şimdi ) gidebilmem için Ankara güzergahını takip
etmememiz icap ediyordu. Ben de diğerleri gibi öyle yapmıştım. Aşti terminaline
gelmeden aniden otobüsümüzün arıza yapması her şeyin gözlerimde kararmasına
neden olmuştu. Annemlere söylemedim, aslında yapmalıydım bunu. Hayatımın bana
yaptığı gibi cılkını çıkartırcasına yapmalıydım bunu. Yolda aç bilaç, evsiz
barksız kaldığımı, üşüdüğümü yorulduğumu hatta abartıp veletler gibi
zırladığımı filan söylemeliydim.
Neyse ki otobüsümüzün
arızalandığı yer sapa bir yer değildi. Beşer aleminden yaşam formlarının
manzarayı doldurduğu bir yerdi. Bir kahvehane, bir sağlık ocağı ve biraz ilerde
bir benzinlik vardı. Sanırım bir köyün girişinde ya da içindeydik. Karnım
acıkmaya başladığından bavulumu alıp benzinliğe yol aldım. Amacım hem biraz
zıkkımlanmak hem de kafamı dağıtacak bir şeylerle oyalanmaktı. Benzinliğin
içinde yarı market yarı kafe olan bir dükkan vardı. İçeri girince ilk dikkatimi
çeken iki raf dolusu kitap olmuştu. Anlaşılan kafe hizmeti veren bu yer aynı
zamanda kültür sanat aktivitelerinden geri durmuyordu. İliştiğim köşeden bir
fincan kahve, yanına süs mahiyetinde yakışacak her ne varsa ve de bir adet
küllük istedim. Eleman bir süreliğine garip baktığında durumu anlamıştım. Şu
kapalı alanlarda sigara içme yasağı geyiğinden bıkmıştım artık. Siparişim
gelene kadar kitaplara göz gezdirmeye karar vermiştim. Tanımadığım ne de çok
yazar vardı. Yer altı edebiyatıyla fazla haşır neşir olmaktan doğru dürüst
kelam eden güzide yazarlarımızı es geçmiştim ne zamandır. “Bizim büyük
çaresizliğimiz” isimli bir kitaba ilişti gözlerim. İsmi çok hoştu, alabildiğine
cazibeli görünen bu kitabı hemen alıp okumaya başladım. Barış Bıçakçı isimli
romancımızın bir kitabıydı.
Ne kadar süre geçmişti bilinmez,
kitabın sonuna gelince katiyen mümkünatı olmayan bir yorgunluk ve hüzün
çökmüştü üstüme. Kitabı beğenmediğimden filan değil, aksine özümseyerek okumuş
olduğumdan kaynaklıydı üstümdeki şey. Dışarı çıkıp ivedilikle yaktığım
sigaradan hiç keyif almamıştım. Az öteme baktığımda hayatımın roveşatasıyla
karşılaşmıştım. O hala ismini veremeyeceğim tur şirketinin deluxe model otobüsü
arazi olmuş, yerine de hiçsizlik bırakmıştı. Sigaramı mı küfrümü mü yuttum
hatırlamıyorum ama beynimin zonkladığını çok net hatırlıyorum. Ulan zaten
kaderimin contasını kaybedeli bir ömür geçmişken bir de üstüne bu zırvalıkları
yaşamam çileden çıkmama yeterdi rahatlıkla. Sonra bir gece burada kalabilirim
diye düşündüm, zaten başka bir seçeneğin olmadığı gibi birliğime de geç
katılmanın cezasını bir gün gecikmeli terhis olmakla ödeyecektim. Bu bağlamda
içim fazlasıyla rahatlamıştı. Yalnız hesapta olmayan bir durumla nasıl başa
çıkacağımı bilmiyordum.
Ankara’ yı sadece bilmem gereken
ölçüde biliyordum. Yani başkentimizdir Ankara, yani resmi bir şehirdir. Bakanların,
önemli adamların yaşadığı şehirdir. Bir de kışın dondurucu soğuk meselesi var.
Sadece bunları bilmem yetmişti bu güne kadar, evet bu güne kadar. Şimdiyse
eksik bilgilerle tanıdığım şehrin kollarındaydım.
Tıpkı İstanbul gibi
Ankara’nın da şehir içi ulaşım ağı gelişmiş olduğundan, biraz da gergin
oluşumdan kaynaklı uyumama isteğimin vermiş olduğu gazla şehri turlamak
istedim. Vasıtadan vasıtaya mekik dokuyup sanırım büyük bir bölümünü gezmiştim
Ankara’ nın. Birçok alışveriş ve yaşam merkezleri de nasibini almıştı minik
turumdan. İstanbul’daki gibiydi her şey. İstanbul’daki gibi olağan. İnsanın
özgürce kendi ülkesinde dolaşması – yaşaması kadar mükemmel bir şey var mıdır ?
Bunu düşünürken kendime üzüldüm. Daha önce bu şehre neden gelmediğimden.
Ülkemin sadece İstanbul’ dan ibaret olduğu gibi saçma bir düşünceyle yıllar
yılı yaşadığım için filan. Naçizane turumu bitirdikten sonra başka bir otobüsle
Konya yoluna konuşlandığımda tam tamına yirmi dört saat geçmiş. Yani daha önce
hiç bulunmadığım bir şehirde bir gün geçirmiştim. Otobüsle Konya sınırına
girerken yüzümde ağlama altyapılı gülümsemeyle düşünce alemine daldığımı
hatırlıyorum. Peki Konya’ da da buna yakın şeyler yaşayıp buna yakın şeyleri
hissedersem ?
O an aslında mülkiyetsiz,
dilsiz, dinsiz, kimsesiz biri olduğumu düşledim. Öyle olmalıydı insan, kisveler
yaralayıcı şeylerdi çünkü. Kendi kendime vermiş olduğum bir günlük tatil - telkin
sayesinde askerlik görevime tertemiz başlayacaktım. Korkuyordum ama korkağın
biri de değildim çok şükür.
İşte Ankara’ da geçirdiğim o
değişik bir günün üstünden tam iki yıl geçmiş. İki yıl, dile kolay. Askerliğimi
neredeyse unuttum, bir daha sakat bir durum olmadıkça hatırlamak ta istemem
açıkçası ancak Ankara’ yı unutmuş değilim. Aksine daha fazla hatırlamak, daha
fazla şey öğrenmek istiyorum. Şu an en iyi anlaştığım silah arkadaşım, devrem
Ankara’ da yaşıyor ama ben bin türlü şeyi bahane edip bir türlü salak gibi
yanına gitmedim. Hayatım boyunca bir yalanın arkasına saklanabileceğim bir
şeydir belki de bu durum . Bir daha başkentimize ne zaman yolum düşer bilemem.
Ne yapayım, umarsızın biriyim ben. Bir gün herhangi bir romanda beni karakterize
ederlerse kimsenin okumasını istemem. Çünkü aptalın birini kolay kolay kimse
okumak istemez. Gerçi Bukowski de durum değişir, orası ayrı tabi : ) Şimdilik
bu kadar, yazdıklarımı okuma zahmetine gireceklere şimdiden teşekkürler,
hakkınızı helal edin. Çünkü zamanınızı çalacağım siz yazdıklarımı okurken …
Emre
Gürkan Kanmaz
Psychedelic illustration :Kyungduk Kim
23
– 24 Temmuz 2012 / İstanbul
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder